14 Mayıs 2016 Cumartesi

​Medeniyetler çatışması ve küresel istikrarsızlaştırma operasyonu / Av. Yurdal Kılıçer

​Medeniyetler çatışması ve küresel istikrarsızlaştırma operasyonu / Av. Yurdal Kılıçer

Medeniyetler çatışması ve küresel istikrarsızlaştırma operasyonu


...

Yeni bir şey kurmak için eskiyi yıkmak gerekir. 1’inci Cihan Savaşı da aslında tam da bu nedenle ortaya çıkarılmıştı.

Amaç, kadim imparatorluklar düzenine son vererek yerine yeni bir model, yeni bir küresel paylaşım düzeni oluşturmaktı.

Savaşın ilk dönemlerinde 1915’te İngiltere-Fransa ve Rusya arasında Londra Antlaşması yapılmış, kendi aralarında Osmanlı Topraklarını paylaşmışlardı. Ancak, bu devletlerin aralarındaki çıkar çatışmaları ve sonrasında Rusya’daki Bolşevik Devrimi yeni paylaşımlar yapılmasını gündeme getirmişti. Fransa ve İngiltere arasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması da tam olarak hayata geçirilmemiş ve bu anlaşma da kurumsal bir hayatiyet kazanamamıştır.

Rusya’nın Bolşevik Devrimi’nden sonra savaştan çekilmesinin ardından oluşan boşluk, ABD’nin 2 Nisan 1917’de 1’inci Dünya Savaşı’na girişi ile dolduruldu. ABD’nin 1’inci Dünya Savaşı’na girişi aynı zamanda dünya sahnesine yeni ve büyük bir aktör olarak girişi demekti.

1’inci Cihan Harbi ya da 1’inci Paylaşım Savaşı, yüzyıllardır devam eden Osmanlı İmparatorluğu gibi klasik dönemin süper güçlerini yıkmıştı. Ancak, genelde tüm dünyada özelde de bu imparatorlukların boşalttıkları coğrafyalarda henüz bir düzen kurulamamış, daha doğrusu küresel olarak dünyanın ve özelde Ortadoğu başta olmak üzere doğunun paylaşımı sağlanamamış ve küresel bir sistem ve onun kurumları oluşturulamamıştı.

Yarım kalan işi tamamlamak lazımdı. Bunun için de yeniden bir yıkım-yapım gerekiyordu. Yarım kalan işi tamamlamak, küresel paylaşımı sağlamak ve bu paylaşımın kalıcı olması için de kurumlar ile birlikte yeni bir düzen kurmak gerekiyordu. Tam da bu ihtiyaçlar nedeni ile 2’nci Dünya Savaşı başladı.

Sadece Avrupa ve Eski Osmanlı Coğrafyası olan Anadolu-Balkanlar-Afrika-Ortadoğu-Yakındoğu’da cereyan eden 1’inci Dünya Savaşı yerine Japonya’ya kadar uzanan istisnasız küresel bir yıkım-yapım savaşı başladı. Kurmak için tamamen yıkmak, yapmak için tamamen bozmak amacı doğrultusunda harekete geçildi.

“Yıkım-bozum” tamamlanmıştı, şimdi sıra "Yapım-kurum" dönemine geçilmesinde idi. 

2’nci Dünya Savaşı’nda "Üç büyükler" olarak adlandırılan Müttefik Devletlerin liderleri Winston Churcil (İngiltere),Franklin D. Roosevelt (ABD) ve Josef Stalin (SSCB) Yalta’da bir araya gelerek, (Yalta Konferansı) savaş sonrası dünya düzenini şekillendirdiler.  

İşin ilginç tarafı, bu paylaşım ile birlikte hem 1’inci Dünya Savaşı sırasında hem de 2’nci Dünya Savaşı sırasında aynı safta müttefik olan Batılı güçler ile Rusya savaş sonrasında karşıt taraflara düşmüş ve birbirini tehdit göstererek dünyayı iki bloklu bir sisteme mahkum etmişlerdi.

Bir tarafta başını Rusya’nın (SSCB) çektiği Doğu Blok’u (Varşova Paktı), diğer tarafta başını ABD ve Avrupa’nın lideri olarak İngiltere’nin çektiği Batı Blok’u (NATO). 

Geriye kalan dünya ve halkları hayatta kalmak için bu iki bloktan biri ile ittifak yapmak zorunda bırakılmıştı. 

Dünya bu iki bloğun sömürü ve paylaşım alanı olarak ikiye bölünmüştü. Bu yeni küresel sistemin kurucuları bu kez bir eksik bırakmamakta kararlı idiler. Bu amaçla yeni bir model kurdular: "İttifak modeli"

7 Eylül 2014 Pazar

AİLENİN VE TOPLUMUN TEMELİ OLAN ÇOCUK VE HAKLARI



AİLENİN VE TOPLUMUN TEMELİ OLAN ÇOCUK VE HAKLARI
İki yüz yıl öncesinde sanayi toplumuna geçiş ile birlikte öncelikle ucuz işgücü olarak görülen çocuklar, bugün ise adına modern dünya denilen ancak ‘’insanın insanın kurdu olduğu’’ dünyada ‘kurtlar sofrasına atılan bir yem’ gibidir.
Atölyelerde, inşaatlarda ve daha pek çok ağır işte çalıştırılan, trafikte tehlike altında mendil satan, dilenen, hırsızlık, gasp gibi suçlara itilen çocuklar, Büyükşehirlerin acımasız kapitalist çarkları altında ezilmektedir.
Oysa bizim için çocuk, ailenin yapı taşı, evliliğin meyvesi ve Allah’ın bize en güzel emanetidir. Allah’ın bize en güzel emaneti olan çocukların da Peygamber Efendimiz’in (S.A.V) buyurduğu gibi; "Babanın senin üzerinde hakkı olduğu gibi, çocuklarının da baba üzerinde hakkı vardır."
Çocuk, bizim için ‘eksik, küçük, tamamlanmamış’ bir insan değildir. Çocuk kendine has özellikleri, gereksinimleri, hakları olan ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma adayı olan bir insandır. Çocuk ailemizin bir parçası olduğu kadar yaşadığımız toplumun da bir parçasıdır.
İmam Cafer Sadık (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Beş şeyi ölene kadar terk etmeyeceğim; ...onlardan biri de çocuklara selâm vermektir. Buna titizlikle amel edeceğim ki, benden sonra ümmetim arasında gelenek olsun."
Pozitif Hukukun İlahi kaynaklardan beslendiği ya da temellendiğine hukukçu olarak ben, çocuk haklarına ilişkin düzenlemelerin de bu inanç ve gereklilikten ayrı olduğunu düşünmemekteyim.
Bu nedenle, çocuklarımıza sahip oldukları değeri vermek, haklarına riayet etmek, bu konudaki eksiklikleri gidermek, çocuklarımızı ve haklarını korumak ailemizin ve toplumumuzun bugünkü ve gelecekteki mutluluğunu sağlamak için vazgeçilmez bir önem arz etmektedir.
Başta ailenin, ana babaların çocuğa karşı başlıca görevi, çocuğun bedensel, duygusal, zihinsel, ahlaki güvenliğine yani çocuğun ‘ Yüksek yararına’ özen göstermektir.
Devlet ise, ana babayı bu görev çerçevesinde desteklemek ve denetlemenin yanı sıra, çocukların yetenekleri doğrultusunda büyümelerini ve gelişmelerini güvence altına almak ve onların ekonomik, sosyal, kültürel refah düzeylerini sağlamakla görevlidir.







Çocuk Hukukunun Özellikleri
1-Çocuğun yüksek menfaati ilkesi ;
Bu anlamda çocuğa ilişkin tüm haklar ve özgürlüklere ilişkin düzenlemelerde ‘çocuğun yüksek menfaati’ kavramı bir ilke ve bir anlamda bir mihenk taşı mahiyetinde anlam ifade etmektedir."
-Çocuğun yararının en iyi bir biçimde korunması
-Çocuğun yararı başka kimsenin yararı ile çatıştığında çocuğun yararları önde tutulmalıdır.
-Bu yararların tespitinde sadece bugünkü koşullar değil, gelecekteki durumlarında göz önüne alınması gerekmektedir.
-Çocuğun yararını tespit edecek kimselerin (aile, kurum , mahkeme)mutlaka aileyi, çocuğu, uzmanları dinledikten sonra karar vermeleri,
-Çocuğun yararının her ülkedeki sosyo-ekonomik koşulları açısından değiştiği dikkate alınarak her ülkenin kendi kriterlerini oluşturması, gerekir.
2-Kamusallık ilkesi
Bu ilke, Sosyal Devlet ilkesinin en önemli görünümlerinden olan Devletin yukarıda da belirttiğimiz üzere, devletin ana babayı desteklemek ve denetlemenin yanı sıra, çocukların yetenekleri doğrultusunda büyümelerini ve gelişmelerini güvence altına almak ve onların ekonomik, sosyal, kültürel refah düzeylerini sağlamaya yönelik yükümlülüklerini ve haklarını ifa etmektedir. Ancak bu ilkenin kullanılmasında da temel kıstas ‘’çocuğun birincil ve yüksek menfaati’’ ilkesi olmalıdır.
Devlet, belirtilen yükümlülük ve haklarını gerçekleştirmek amacıyla ana-baba ve çocuk ilişkisine müdahale etme hakkı da bulunmaktadır. Devletin, örneğin çocuğun yüksek menfaati gereği velayet, vesayet hakları üzerinde müdahale hakkı bulunmaktadır.
Ancak, bu hakkın kullanımını geniş yorumlamak sağlıklı bir nesil ve gelecek için sakıncalı sonuçlar doğurabilecektir. Çocuk için en doğal ve sağlıklı olan ana-baba ocağıdır. Çocuğun ana-babadan koparılması başvurulacak en son çare olarak kabul edilmelidir. Batıda görülen bazı örneklerdeki gibi, çocuğun olmazsa olmaz olmayan hallerde dahi devlet eliyle ana-babadan koparılarak, devlet kurumlarına veyahut bir başka aileye verilmesi, hem inancımız hem de toplumsal kültürümüzle uyuşmayan ve çocuğun yetişmesinde telafisi imkânsız sorunlar ortaya çıkaracak bir durumdur.









3-Düzenleme Serbestîsinin Bulunmaması ve Şekilcilik

Çocuk hukukuna ilişkin kuralların düzenlenmesinde sözleşme serbestîsine yer verilmemiştir. Ana baba ve çocuklar arasındaki soybağının, hangi usûl ve koşullarla kurulacağı emredici kurallarla belirlenmiştir. Çocuklar, gelişi güzel nüfusa kaydedilemezler, ana-babanın iradesi ile evlâtlıktan reddedilemezler, çocuğun birden fazla soybağı olamaz, hâkim kararı olmaksızın soybağı reddedilemez.

Çocuğun ana-baba ile bağının koparılmasında nasıl ki, kamu adına devlete yukarıda belirttiğimiz üzere keyfilik ve geniş haklar tanımamak gerektiği gibi, ana-babaya da bu konuda keyfiyet vermemek asıldır. Özellikle soybağı konusu aileyi ve çocuğu olduğu kadar toplumu da doğrudan ilgilendirdiği için, bu konu kişilerin keyfi iradelerine bırakılamaz.

Nesep (soybağı) aynı zamanda İslâm dininde de korunması gereken en önemli konulardan biridir. Hayatını sürdürmek isteyen toplumlar, buna dikkat etmek mecburiyetindedir. Salih bir nesep, insan için gerekli olan en önemli haklardan biridir.

            Ayrıca ana ve baba, kanunda düzenlenmiş olan ilişkilerin içeriğini ve şeklini değiştiremezler.
            Örneğin, ana-baba anlaşarak kendilerinden birinin velâyetine karar veremezler. Devlet bu konuda da ‘çocuğun birincil ve yüksek menfaatini’ düşünerek en sağlıklı kararı vermekle yükümlüdür.

            Çocuk belli bir yaştan önce çalıştırılamaz. Devlet, çocuk bedeninin sömürülmesine karşı gerekli önlemleri almak zorundadır. Ana-babanın keyfi ya da ekonomik zorunluluklar için dahi olsa çocuğun küçük yaşta çalıştırma isteğine karşı, devlet ‘çocuğun birincil ve yüksek menfaatini’ ilkesi gereği çocuğun bedensel, duygusal, zihinsel ve cinsel sömürüne izin vermemekle yükümlüdür.

Çocuk hukuku alanındaki hemen bütün işlemler hâkim aracılığı ile ve konusunda yeterli pedegog vs uzmanların denetimi gerçekleştirilmek zorundadır.

4-Güçsüzlerin Korunması

Hukuk Devleti’nin en temel sorumluluğu toplum içerisindeki güçsüz ve korunmasız toplumsal kesimlerin kamu otoritesi tarafından yeterli ve sağlıklı bir şekilde korunmasıdır. Bu kategorinin en temel toplumsal kesimi ise hiç şüphesiz çocuklardır ve bu konuda en özel grubu oluşturmaktadır.

Rasulüllah  devletin bu sorumluluğunu‘’(devlet sorumlusu) velisi olmayanın velisidir"hadisiyle açıkça ortaya koymuştur.










Evlilik çeşitli sebeplerle son bulduğu zaman ve/veya çocuğun ana-basının hastalık, savaş vs nedenlerle olmadığı öksüz ve yetim olarak ortada kalan çocukların temyiz yaşına kadar olan bakımına İslâm Fıkhı'nda "Hadane" denir. Hadane, çocuğun maddî ihtiyaçlarının yanında korunmak ve layık olduğu sevgi ile yetiştirilmek gibi manevi ihtiyaçlarını da kapsamaktadır. Kimsesiz ya da korunmaya muhtaç çocukları için bir hak ve aynı zamanda devletin veli ve vasi olma yükümlülüğünü ifade eden ve kurumsallaşmış bir mekanizmadır.
Buna karşın çocuğu himayeye yönelik hukuki mekanizmalar Batı’da ilk olarak 18. Düşünülmeye başlanmıştır. Çocuk haklarını ilk defa Rousseau, Kant, Lock, Voltaire gibi tabiî hukukçular ele almıştır.
Çocuk haklarına ilişkin ulusal düzenlemeleri yönlendiren en temel ulusalüstü düzenleme 20 Kasın 1989 tarihli B.M. Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’ (ÇHS)dir.
Sözleşmede yer alan çocuk hakları, yaşama hakları, gelişme hakları, korunma hakları ve katılma hakları olmak üzere dört ana başlık altında düzenlenmiştir.
Yaşama hakları,  çocuğun uygun yaşam standartlarına sahip olma, tıbbi bakım, barınma gibi en temel haklarını öngören haklarını içermektedir.
Hz. Peygamber hayat boyu bütün ifadelerinde, kâfir çocuğu da olsa, harp meydanlarında da olsa çocukların öldürülmemesini ısrarla tembih etmiş, bu cümleden olarak harbe giden komutanların ellerine de bu yönde bir talimatname vermiştir.
"Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin sizi de, onları da rızıklandıran
biziz" (İsra 31, En'am 151)
"... Kim, bir cana kıymamış veya yer yüzünde fesat çıkarmamış birisini öldürürse
bütün insanları öldürmüş gibidir" (Maide 32)
Gelişme hakları, Çocuğun yeteneklerini en üst düzeyde geliştirebilmesi için uygun eğitim hakkı, dinlenme ve oyun hakkı, din ve vicdan özgürlüğü, düşünce özgürlüğü, bilgi edinme hakları gibi haklardan oluşmaktadır.
İmam Ali (a.s) buyurmuştur:
"Çocuklarınızı kendi zamanınızın âdetlerine göre eğitmekte ısrarcı olmayın; çünkü onlar sizin zamanınızdan başka bir zaman için yaratılmışlardır."





Resulullah (s.a.a) buyurmuştur:
"Çocukları sevin, onlara karşı şefkatli olun, onlara verdiğiniz sözü harfiyen yerine getirin; çünkü çocuklar, sizin onlara rızk verdiğinizi sanırlar.
Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurmuştur:
"Çocuklarınızı iyi eğitin ki yüce Allah sizleri affetsin."
İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur:
"İyi babaların çocuklarına bırakabileceği en büyük miras, servet değildir; güzel eğitim ve ahlâktır."
İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur:
"Lokman, oğluna şöyle buyurdu: 'Oğlum, gününün bir kısmını kitap okumaya ve ilim öğrenmeye ayır; çünkü kitap okumayı terk edersen, bilgilerini zayi edersin."
Korunma hakları, çocuğun her türlü ihmal, istismar ve sömürüye karşı korunması amaçlayan haklardır. Bunlar aynı zamanda suça itilen çocukların yargılamasında, savaşta, çalışma hayatında; fiziksel, duygusal, cinsel istismar, madde bağımlısı, mülteci çocuklar gibi özel bakıma ve ilgiye muhtaç çocukların da korunmasını sağlayan haklardır.
Resulullah (s.a.a) bir gün şöyle buyurdu:
"Allah'ın rahmeti, çocuklarının iyi işler yapmasına yardımcı olan anne ve babanın üzerine olsun!"
"Bu nasıl gerçekleşebilir?" diye sorulduğunda Allah Resulü (s.a.a) buyurdu:
"Çocuklarınızdan, yapabilecekleri bir işi bekleyin; güç yetiremeyecekleri şeyi onlardan istemeyin; onları günah işlemeye mecbur etmeyin; çocuğunuza yalan söylemeyin ve abes şeyler yapmayın."
Katılma hakları, çocuğun ailede ve toplumda etkinlik kazanmasını sağlamaya yönelik haklardır. Görüşlerini açıklama, kendilerini ilgilendiren konularda karara katılma, düşünme ve düşüncelerini açıklama, din ve vicdan özgürlüğü gibi hakları kapsamaktadır.
 Resulullah (s.a.a) buyurmuştur:
"Çocuklarınıza saygılı davranın, onlarla alay etmeyin, onlara hakaret etmeyin, aptal ve cahil gibi lakaplarla onları çağırmayın."



NETİCE:
Görüldüğü gibi, genel olarak insan haklarına ilişkin hakların çocuk hakları anlamında yansımaları bulunmaktadır. Çocukların da hem Allah katında hem de pozitif hukuk anlamında korunması ve saygı duyularak riayet edilmesi gereken hakları vardır.
İslamın yeniden ihyasının gündeme geldiği zamanımızda işe temelden girişmenin gereğine inanıyoruz. Bu da, öncelikle toplumun temelini oluşturan ailenin çekirdeği olan çocukların hakları'nın ortaya çıkarılıp, tatbikatının gerçekleştirilmesinden başlamakla olacaktır.
            Çocuk davasının asıl sahibi olan biz müslümanlar bu meseleye gereken ehemmiyeti vermez, zaten insanlığın gündeminde olan çocuk hakları meselesine sahip çıkmaz, problemlerin çözümünü ele alıp kendi değerlerimiz çerçevesinde çareler getirmez,
olup bitenlere hep seyirci kalırsak, sonunda yine biz zararlı çıkacağız demektir.
       Kendimize, ailemize, içinde bulunduğumuz topluma karşı yapabileceğimiz en büyük zulüm çocuklarımızı kendine has özellikleri, gereksinimleri, hakları olan ve Allah’ın yeryüzündeki halifesi olma adayı olarak yetiştirmemek olacaktır.
            Böylesi toplumlarda ise gadr (zulüm) var demektir: çocuklar mağdur, ebeveynler gaddar, sistem zalimdir. Ve Allah, zalimleri sevmez ve onları iflah etmez.
                                                                                  Av.Yurdal KILIÇER

14 Eylül 2013 Cumartesi

İNSAN SIRRI ARAR, SIR İSE ASLINDA KENDİSİNDEDİR



‘’Sorgulanmamış bir hayat, yaşanmaya değmez"
                                                                                                    Sokrat
‘’Gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.” (Simurg)
"İnsanlar dağların doruklarını,    denizin dalgalarını, geniş nehirleri ve koca okyanusu seyretmek için yolculuk yaparlar, ama en yüce mucize olan kendilerini görmeksizin geçer giderler."  Aziz Augustin
''İlacın kendindedir farketmiyorsun, İlletin kendindendir görmüyorsun, Zannedersin ki sen küçük bir parçasın, Halbuki sen büyük bir âlem saklarsın”  Hz. Ali


Sokrat 70 yıllık yaşamının tamamını Atina'da geçirmiştir. Sokrates MÖ. 470 civarında doğdu ve 399'da öldü. Aktif filozof olarak hayatı insan merkezci dönem dediğimiz döneme (450-400) denk düşer. Yani sofistlerle aynı dönemde yaşadı. Sokrates ilk Atinalı filozoftu ve ömrünün sonuna dek orada yaşadı. Aristokrat değildi; babası duvarcı, annesi ebeydi. Bir karısı (Cantippe) ve üç çocuğu vardı. Sokrates'i bir insanoğlu olarak ayrıcalıklı kılan şey, O'nun ahlakı kuvveti, adil ve ka­naatkar hayatı, hazırcevaplığı, sözünü sakınmaması ve hoş mizacıdır.
Sokrat’ın düşüncelerini, aynı zamanda öğrencisinin öğrencisi olan Aristo’nun materyalist düşünceleri ile karşılaştırıldığımızda Sokrat’ın düşüncelerinin İlahi bir kaynaktan beslendiği izlenimi doğmaktadır.
Sokrates, insan, toplum, ahlak, devlet, ölüm ve ölüm sonrası hayata ilişkin günümüze ulaşan pek çok düşüncesi ile günümüze değin her dönemde felsefi akımları ve insanlığı derinden etkilemiştir. Sokrat, kendisini izleyen düşünürler üzerinde özellikle de ethik (ahlak felsefesi) yönünden oldukça etkili olmuştur.
Sokrat,Kant’a göre “aklın ideali”,Hegel’e göre “Bir İnsanlık Kahramanı; felsefesini yazmayan,ama yaşayan bir gerçek filozof”,Nietzche’ye göre ise “Ölüm bunaltısı nedir bilmeyen,yaşayan biri değil,bir salt akıl olarak ölen ve hayat güdüsünden tümüyle kopmuş bir canavar”dır
Araştırmacıların bulgularına göre Sokrates’in düşüncesinin temelinde kâinatın düzenli bir bütün olduğu ve bir yaratıcı tarafından idare edildiği, bundan dolayı da mükemmel bir düzenin olduğu görüşü yatıyordu. İnsan ise varlığın odak noktasında bulunuyordu. Bu sebeple insanın kendisini tanıması varlığı doğru olarak algılaması ve anlamlandırması için şarttı. Bunu kavramak için de özel bir gayret gerekiyordu. Günlük geçim kaygısı, mal sevdası ve politik kaygılar ve çabalar içinde bulunan insanların bunları düşünmeye zamanı yoktu ve bunun için sorgulama yöntemi ile uyarılmaları gerekiyordu. Sokrates’in yaptığı da bundan başka bir şey değildi.
Düşüncesini oluşturan temel ilkeleri de okulunun kapısına asmıştı. Orada “Yaratıcı birdir. Başlangıcı yoktur, sonu da olmayacaktır. Her şeyin yaratıcısı O’dur ve hiçbir şeye benzemez” yazıyordu.
Sokrat zamanında felsefe hep göklerle ilgilenirdi. Sokrat ise felsefenin dikkatini insana çevirdi ve insan hayatının sorunlarına, çevirdi. İşte bundan dolayı Sokrates’ten felsefeyi gökten yere indiren filozof diye bahsederler.
 Ancak döneminin iktidara sahip güçlüleri, Sokrat'ın, insan olmanın en temel özelliklerinden biri olan sorgulamayı harekete geçirmesinden korktular. Kendini sorgulamaya başlayan, ne olduklarını ve kavramlarını sağlam bir temele dayandıranlara hükmetmenin yönlendirmenin ve yığın insanı yapmanın mümkün olmadığını anladıklarında Sokrat için zehirlenerek ölüm cezası vermişlerdi. Ancak Sokrat için asıl olan yaşamak değil, erdemli bir yaşam ve onurlu bir ölümdü.
Sokrates'e göre erdem, bir biçimde bilgiyle eştir. Fakat onun bilgi anlayışı biraz karmaşıktır. O,dış dünyanın fiziksel bilgisi dışında, kendimiz ve içinde bulunduğumuz du­rumlar hakkındaki bilgiyi de dâhil eder. Sokrat için en önemli bilgi insanın kendini bilmesi yani içsel bilgidir.
Sokrat’a göre insan hem iyidir hem de kötüdür. İnsan, iyiliğin de, kötülüğün de nüvelerini bünyesinde taşır.
Sokrat’a göre tüm insanları, toplumları, polisleri, kısaca tüm evreni yöneten bir salt akıl vardır. Diğer canlılar arasında yalnız insanoğlu bu salt akıldan pay almıştır.

Tam anlamıyla dindar bir insan olan Sokrat, yaşamının önemli anlarında içinde bir ses duyduğunu söyler. "Benim Daimon'um" dediği bu ses  ona şu ya da bu şekilde davranması gerektiğini söyler. Sokrat, Tanrı'nın sesini kendi içinde duyduğunu söyler. Sokrat'a göre bu uyaran, alıkoyan, doğru yolu gösteren ses, Tanrı'nın sesidir ve kutsal bir sestir. Ona göre, Tanrı bize sadece dış araçlar, yani rahipler ve falcılar aracılığı ile değil, doğrudan kendi içimizden, kendi bilinçaltımızın sesi ile seslenebilir.

Ona göre ruhta saklı doğrular vardır. Bunlar herkes için ortak olan doğrulardır. Disiplinli, sıkı bir düşünme ile “Doğru” nun bulunabileceğine inanır. Bu doğrular çalışma ve üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.
Sokrat’a göre evren, akli bir düzene göre kurulmuştur ve orada tesadüfün yeri yoktur. Evrende her şey, mevcut bir gayeye, her gayede diğer bir gayeye göredir. En son gaye de, ‘bir’ dir, ‘tek’ tir.
 SÂD suresi 72. Ayeti (…. onun içine ruhumdan üflediğim zaman…) hatırlatan bu ve pek çok günümüze ulaşan düşünceleri yüzünden pek çok kişi Sokrat’ın bir peygamber olabileceğini söylemişlerdir.
Belirttiğimiz gibi Sokrat için asıl olan bilinçli ve erdemli bir yaşamdır Sokrat, bilgiyi deneyimleri toplayarak aramaz; fakat başlıca, kavramsal analizle bir­likte insanoğlu ve toplum hakkındaki adalet, cesaret, erdem ve iyi yaşam gibi muğlâk kavramların izahıyla yapar bunu. Ancak bu yeterli değildir. Erdem, yaşamamız gerektiği gibi yaşamaktır. Bu iyiye dair norm ve değerlere ilişkin vukufiyet ya da normatif idrake de sahip olmak zorunda olmakla mümkündür. Bilgi, ki­şiyle bir olmak zorundadır. Bilgi, kişinin temsil ettiğini söylediği değil; gerçekten temsil ettiği, yaşadığı, idrak ettiği şeydir.
Sokrat’ın önemsediği şey: insanın kendisine karşı dürüst olması, kendisiyle uyum içinde olmasıdır. Örneğin kendisine mutluluk ile ilgili sorulan bir soruya yanıt olarak Sokrat, bu soruya cevap verebilmek için önce insanın "kendi içine bakması gerektiğini", bu soruyu öncelikle kendisine sorması gerektiğini söyler. Bu düşünce bize Tassavvufun ‘’ kendini bilmek’’ dediği şeyden başka bir şey değildir.
Sokrates'in felsefedeki ve felsefe tarihin­deki önemi, öncelikle onun bilinçli ve ahlâki kişiliğin bulunduğu yer olarak ruh kavramını bulmuş olmasından kaynaklanır; felsefenin merkezine insanı geçiren, insanın kendisiyle, evrenle ve toplumla olan ilişki­sinin ne olduğunu ve ne olması gerektiğini araştıran, insan yaşamının kişisel, toplumsal ve ahlâki boyutunu ön plana çıkaran Sokrates aynı zamanda bu yönü ile etik tarihindeki ilk büyük teorinin kurucusu olmak durumundadır.

Onun etiğinin en temel tezi ya da önerme­si, bir insanın en önemli faaliyetinin ruhuna gereken özeni göstermesi olduğu veya sor­gulanmamış bir hayatın yaşanmaya değer ol­madığı tezidir. Sokrates'in inancına göre, ki­şinin nasıl yaşaması gerektiği sorusu üzerinde düşünmemesi onun değersiz ve do­layısıyla mutsuz bir yaşam sürmesiyle eşan­lamlıdır.
İnsanlar başka insanların da bulunduğu ve toplum değerlerinin hakim ol­duğu bir dünyaya dahil olmuş durumdadır­lar. Ne yapmaları neyin peşinden koşmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini onlara her zaman anne-babaları akrabaları, kısacası bü­yükleri söyler. İnsanlar toplumun ideallerini ve değerlerini olduğu gibi benimserler. İçin­de bulunulan sosyal atmosfer neyin doğru neyin yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğuy­la, yani ahlâklılıkla ilgili birtakım fikirleri insanlara aktarır.
Söz konusu sosyal koşullan­ma ya da toplumsallaşma süreci içinde, hemen tüm insanlar toplumun ideallerine gö­nüllü yazılır ve çevrenin beklentilerine uygun yaşar. İnsanların çoğu mesleklerini dahi, toplumun kutsadığı, ya da önemsediği alternatiflerin arasından seçer ve yaşantılarını böyle planlar.
Kısacası, insanlar üyesi oldukları top­luma ve bağlı bulundukları kültüre göre ya­şarlar. İşte böyle bir yaşam, Sokrates'in ‘’sorgulanmamış'’ dediği varoluşçuların 20. yüzyılda 'sahici olmayan yaşam' diyecekleri hayattır.
Çünkü böyle bir hayatı sürdürürken çoğu insan, Sokrates'in ruh adını verdiği karakter­lerine ya da tinsel yaşamlarına gereken özeni göstermez. Sosyal kimlikleriyle, içinde bu­lundukları toplumun ideallerine uygun yaşa­dıkları zaman, insanın bunun için zamanı bile olmaz. Zenginlik, haz ya da şan ­şeref peşinde koşarken, bir de tinsel boyutları olduğunu unuturlar, kendilerini harekete ge­çiren gücün ne olduğunu sorgulamadan, kişi­sel hedeflerinin gerçekten de değerli olup olmadığını tartışmadan başka herkes gibi yaşanan sürüden bir insan olarak yaşamaya devam ederler.  Toplumun kendilerine sunduğu değerler üzerinde bir an bile düşünmeden, sos­yal baskıyla, bedenin arzularıyla sürüklenir­ler. Kısacası, ‘’sorgulanmamış’’ bir yaşam süren insanların hayatı kendi ellerinde ya da kendi kontrollerinde değildir; onların deneti­mi dışarıdan gelmektedir. Bu ise, kişiyi mut­suzluğa götüreceği için, bir felaketten başka hiçbir şey olamaz. Öyleyse, insan, mutluluğu buna bağlı olduğu için ruhuna özen göster­mek zorundadır. Ruha gereken özeni göster­mek ise insanı insan yapan şeyin ne olduğu­nu, ruhun bizatihi kendisini, neyin insan doğasını tamamlayıp gerçekleştireceğini bil­mektir.

İşte buradan Sokrates'in etik anlayışının bir başka ünlü sözü çıkar: 'Kendini bil!', 'Kendini tanı!' Yaşamda mutluluk insanın kendi benine ilişkin bilgide, insanın kendisi­ne dair doğru kavrayışta yatar, çünkü bir insan kendi doğasını, kendisini harekete ge­çiren motifleri, zaaflarını ve sınırlamalarını, yeteneklerini, yaşamının gerçek amacını bi­lirse eğer, bu bilgiye uygun olarak akıllıca ve bilgece davranıp, mutluluk nihai hedefine ulaşabilir.

Mutluluk, buna göre, Sokratik etiğin in­sanlar için koyduğu nihai hedef, gerçek ahlâki iyidir. İyi insan tarafından arzu edi­len ihtiyaç ve eksikliği duyulan şey olmakla birlikte, Sokrates'e göre iyi, insanların ihti­yaç duyduklarını ve arzu ettiklerini düşündü­ğü şey olmayabilir, zira insanlar, gerçek ihti­yaçlarının neler olduğuyla ilgili olarak yanılabilmekte ve gerçekte eksikliğini duy­madıkları bir şeyin, hatta kendileri için zarar­lı olan bir şeyin peşinden koşabilmektedir. Şu halde, ahlâki iyi, insanların ihtiyaç duy­duklarını düşündükleri şey olmayıp, onların doğaları gereği, gerçekten ihtiyaç ve eksikli­ğini duydukları, insanlara doğal olarak ait olan ve ona sahip oldukları takdirde onları gerçekleştirecek, tamamlayacak şeydir. Sokrates'in söz konusu kendini gerçekleştirme haline verdiği isim, mut­luluktur.

Sokrates'e göre yaşamak da bir sanattır; daha doğrusu iyi ve doğru yaşamak istiyorsak, yaşamayı nihai amacı mutluluk olan bir sanat olarak görmemiz gerekmektedir. Yaşamanın amacı olan mutluluğa erişme­nin yolları ise, bir insan kişiliğini meydana getiren yetkinlik halleri olarak tanımlanan, erdemlerden başka hiçbir şey değildir. Başka bir deyişle, onda erdem, mutluluk amacının aracı olmak durumundadır; yani, erdem, in­sanın doğasını tam olarak gerçekleştirdiği, potansiyelini tam anlamıyla hayata geçirdiği, kendi yetkinliğine ulaştığı bir hal olan mutluluk amacına eriştiği değer ya da niteliktir.

Sokrat’a göre kötülük bir hatadan, bilgisizlikten doğar. Kötülük aynı zamanda kişinin mutluluğu yanlış yerde aramasından kaynaklanır. Kötülük yapmak, yani yanılmak, gerçek değerlerin yerine yalancı değerleri koymaktan kaynaklanır. Değerlerin sahtelerini görüp anlayan ve bunların yerine gerçek değerleri koyan insan, hiçbir zaman kötülük yapamaz. Bir başka deyişle, gerçekten istenmesi gereken ile kaçınılması gerekeni, ya da korkulmayacak şeyle korkulması gereken şeyi birbirinden ayırt etmek gerçek "bilmek" demektir.
O’na göre şerri işleyen insan, işlediği amaç için gereken aracıyı seçmekte aldanan adamdır. Kötü insanlar istediklerini gerçekten yapamayanlardır ve yapmış oldukları şeyler de kendileri için iyi ve hayırlı görünen şeylerdir. Çünkü kötülük yapanlar, kötülüklerini kendilerini mutlu edeceği yanılgısı ile yaparlar.

Sokrat için ölüm, yokluk değil, daha iyi bir geleceğe atılan adımdır. Dolayısıyla Sokrates'in dediği gibi, "bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir;" bunun yanında "maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz." Böylece birçok bilge kişinin tebliğ ettiği hayatın anlamı ve buna bağlı olarak ölüm gerçeğini kendi hayat felsefesi olarak benimser
Sokrat adaleti “iyiyi kötüden ayırma bilgisi” olarak ele almıştır. Kadın erkek eşitliğini savunan, kanunların ortak iyiliği hedeflediğini söyleyen Sokrat, devlet idaresinin bilgili insanlarca yapılmasını istemiştir.
Sokrates, amaca giden her yolun mubah sayıldığı, erdemin kenara bırakıldığı bir demokrasiye inanmıyordu. Halk erkin (demokrasinin),ancak erdemli insanların ortaklaşa esenlik, bilgi, dürüstlük, yeterlilik (ehliyet) gibi değerleri de gözettikleri bir toplumsallıkla olanaklı olabilirdi. Üstüne üstlük keskin bir sınıf farklılaşmasının (özgür yurttaşlar, köleler) geçerli olduğu Atina demokrasisinde eser bile yoktu. Birtakım lafazanlar retorik yeteneklerine (hitabetlerine) etkilenmeye ve telkine açık kitleleri kolaylıkla yönlendiriyorlar. Kendi kişisel çıkar ve amaçları doğrultusunda kullanıyorlardı. Lafazanların (demagogların) ve şarlatanların kol gezdiği Atina sitesi demokrasisinde Sokrates’ın karşı olduğu kuralsızlık, çıkarcılık, ahlakdışı tutumlardı. Sokrates kendi ifadesi ile gerçekten de bir at sineği gibi Atina site devletinin kurulu düzenini ve yerleşik çıkarlarını rahatsız etmekteydi.
Sokrat, iler tutar yeri kalmamış, artık biçimi bile kurtaramayan, yalnızca bir takım önderlerle ayakta durabilen sarsak Atina demokrasisinde demokrat bir Sokrates olmak yerine insanları aydınlatan bir Sokrates olmak yolunu seçti. Onun insan değerlerine bağlılığı o sözde demokrasiden alabildiğine çıkar sağlayan basit ve dolayısıyla bayağı insanların dönemin iktidar sahiplerinin gözünü korkuttu.
Daha sonra ise Atinalı gençleri baştan çıkarmak, para karşılığında felsefe dersleri vermek, toplumsal kargaşa üretmek ve Atina’nın yürürlükteki Tanrılarını tanımamakla suçlandı. Ve hakkında bir dava açıldı. Kendisine özür dilerse bağışlanacağı belirtildi ancak o reddetti. Çarptırıldığı ölüm cezasının infazı öncesinde dostlarının, kendisini tutukevinden kaçırma önerisini de geri çevirdi.
Sokrates’in kendisine karşı kurulan düzmece mahkeme karşısındaki savunması öğrencisi Platon’un Apolocya (Sokrates’in Savunması) yapıtında ölümsüzleştirilmiştir. Burada Sokrates’in savunmasının ilkesel bir eksene oturtarak yürüttüğünü izlemekteyiz. Hukuk tarihi bakımından çok önemli duruşma tutanağı da olan savunma ilkeli, bütünlüklü ancak ödünsüz bir hukuksal savunmadır. Haklılığını kanıtlayacak pek çok savına karşın Sokrates suçlu bulunarak oy çokluğuyla ölüm cezasına çarptırılacaktır. Ölüm cezasının infazı baldıran zehiri yöntemiyle gerçekleştirilecektir.